İngilizce Atatürk Anıları


Türkiye’nin en iyi online İngilizce eğitim sistemi olan Konuşarak Öğren’den ücretsiz konuşma dersi almak için tıklayın !

Konuşarak Öğren'i Ücretsiz Deneyin

Türk Çocukları

Atatürk bir ilkokula gitmişti. Her zaman olduğu gibi bütün çocuklar etrafını sardılar.Hepsi sevinç içinde onu alkışlıyordu. Yalnız küçük bir çocuk bir kenara çekilmiş, ilgisiz gibi duruyordu. Bu durum Atatürk’ün gözünden kaçmadı. Onu yanına çağırdı:

– Çocuğum, neden durgunsun? Bir derdin mi var? Hasta mısın? dedi. Çocuk cevap verdi: 

– Bir şeyim yok efendim. Sonra arkasını döndü. Gözlerinden akan yaşları gizlice sildi. Atatürk bunun üzerine:

– Niçin ağlıyorsun yavrum? Sen ağlayınca ben üzülüyorum, dedi.

Küçük çocuk, o vakit yaşlı gözlerini Atatürk’e çevirdi:

– Atam, seni böyle yakından görmek isterdik. Geldin, gördük, sevindik. Ama artık sıramızı savdık. Bir daha seni ne vakit göreceğiz? Ona ağlıyorum. Atatürk, o vakit bütün çocuklara baktı:

– Beni her vakit görmek isterseniz, aynaya bakın. Siz Türk çocukları benim birer parçamsınız. 

Turkish Children

Atatürk went to an elementary school. As always, all the children surrounded him. A lonely little boy, pulled aside, seemed uninterested. This situation did not escape the eyes of Atatürk. He called her:

– Boy, why are you stagnant? You got a problem? Are you sick? said. The child replied:

– I’m fine, sir. Then he turned around. He secretly wiped tears from his eyes. Ataturk on this:

– Why are you crying, baby? Orum I feel sorry when you cry,, he said.

The little boy turned his old eyes to Atatürk:

– Atam, we’d love to see you up close. You came, we saw, we’re glad. But now it’s our turn. When will we see you again? I’m crying for him. At that time, Atatürk looked at all the children:

– If you want to see me all the time, look in the mirror. Turkish kids are part of me.

Ankara

Sırrı Akatay tarafından anlatılmıştır.

Atatürk ve Latife Hanım 30 Eylül 1924′te Pasinler’e geçerken Erzincan yolunda Aşkale’ye uğramışlardı. Ata’nın karşılanışında bazı konuşmalar yapılmış ve ilkokuldan da bana uzun bir kahramanlık şiiri okuma görevi vermişlerdi. Ben şiiri avazım çıktığı kadar bağıra bağıra ve yanlışsız ve duraklamadan okudum. Atatürk ve Latife Hanım şiirimi sonuna kadar dinlediler.

Şiirim bitince Atatürk beni yanına çağırdı ve bana, “Şiiri çok güzel okudun, aferin sana, senin adın ne bakayım?” diye sordu. Ben de “Sırrı efendim” diye bağırdım. Bunun üzerine Atatürk, “Şimdi sana bir sual soracağım, bakalım bunu bilebilecek misin?” dedi.  ”Sorun efendim” dedim. ”Dünyanın ortası neresidir?”dedi.

O zamanlar hep Ankara’dan ve Atatürk’ten konuşulurdu. Ankara’da şu olmuş, Ankara’da şu kararlar alınmış, Ankara’ya şu devlet büyükleri gelmiş. Her şeyde, her konuşmada Ankara geçerdi. Bizlerin de Ankara’dan başka duyduğu bir şey yoktu. Hocalar da hep, “Bizim merkezimiz Ankara, her şey Ankara’dan idare ediliyor.” dediklerinden, hiç tereddüt etmeden bütün gücümle “Ankara!” diye bağırdım.  Atatürk bu cevaptan pek mutlu olmuş ve Latife Hanım’la beraber katıla katıla gülmüşlerdi.

Ankara

Sırrı Akalay said that: 

On September 30, 1924, Ataturk and Latife Hanim had stopped by the Askale on the way to Pasinler. Some speeches were made in the reception of Ata and they gave me the task of reading a long heroic poem from primary school. I shouted the poem as much as it came out, and I read it without error and pause. Atatürk and Latife Hanım listened to my poem to the end.

When my poem was over, Atatürk called me and asked me, un You read the poem very well, well done to you, what should I see your name? Atatürk. I shouted, “The secret, sir.” Then, Ataturk, “Now I will ask you a question, let’s see if you know it?” He said. ”The problem is, sir,” I said. Ner Where is the middle of the world? ”He said.

At that time, always talked about Ankara and Ataturk. In Ankara, the following decisions were made in Ankara, and the state elders came to Ankara. Everything, every conversation would pass Ankara. We did not hear anything other than Ankara. I always shouted, “Ankara! Because the teachers always said,“ Our center is Ankara, everything is managed from Ankara. Atatürk was very happy with this answer and laughed with Latife Hanım.

Seni Öpmek İstiyorum

Atatürk bir gün çocuk balosuna gider. Ortalıkta bir şaşkınlık havası doğar. Küçük bir çocuk salonun orta yerinde kalır. Bu yavru hayranlıkla bir süre Atatürk’e baktıktan sonra: “Atatürk’üm, seni öpmek istiyorum” der. Ortalığa bir sessizlik dalgası yayılır. Bu derin sessizliği Atatürk’ün sesi bozar “Öyleyse, gel öp” der. Çocuk koşarak Atatürk’ün boynuna sarılır. O sırada diğer çocuklar da, “Biz de.. Biz de..” diye bağırırlar. Böylece tüm çocuklar Ata’yı doya doya öperler. Bu görüntü çoğu kişiyi ağlatır. Onlar ağlarken çocukların bu büyük sevgisi karşısında Atatürk de göz yaşlarını tutamaz ve ağlar. O gün çevresindekilere övünçle, “İşte benim kuşaklarım” der.

I Want To Kiss You

One day, Atatürk goes to the children’s ball. There is an atmosphere of surprise. A small child stays in the middle of the hall. After looking at this puppy with admiration for a while, he says: “Atatürk, I want to kiss you”. A wave of silence spreads. This deep silence disturbs Atatürk’s voice and says: leyse Come, kiss. “ The child runs and hugs Atatürk’s neck. At that time the other children shouted, “We too. We too.” Thus, all children kiss Ata fully. This image makes most people cry. As they cry, Atatürk cannot keep tears and cry in the face of this great love of children. Gün Here are my generations, ”he says proudly of those around him that day.

Çünkü Size Hiç Kimse Benzemez

Ayşe ve İsmet adında iki kardeş okul dönüşü annelerinden izin alarak sık sık Atatürk’ün köşkünün etrafında gezinip dururlarmış. Öğretmeni Ayşe’ye o gün yurdumuzun düşmanlardan kurtarılması için Ata’nın emrinde milletçe nasıl çok çalışıldığını anlatmıştır. İçinde bulunduğumuz ortamın nasıl meydana getirildiğini öğrenen Ayşe, kardeşi İsmet’i de alarak her zaman olduğu gibi belki Atatürk’ü görürüz diye köşkün etrafında gezinirlermiş. Aynı gün tesadüfen arkadaşları, Atatürk ve onun yaveri gezinti yaparken, Ayşe ile İsmet’in köşkü seyrettiklerini görünce yanlarına yaklaşmış: 

– Adın ne senin yavrum.

– Ayşe.

– Senin adın ne yavrum.

Ayşe’nin kardeşi hemen cevap verdi.

– İsmet.

– Niçin burada dolaşıyorsunuz?

– Sizi görmek istedik efendim.

– Peki ben kimim? Beni niçin görmek istediniz?

İki kardeş bir ağızdan:

-Gazi Mustafa Kemal Paşasınız.

Atatürk ve yanındakiler gülümsediler.

– Benzettiniz çocuklar ben gazi değilim.

Yine iki kardeş bir ağızdan:

– Siz Gazisiniz.

– Peki nereden bildiniz?

Çocuklar aynı ağızdan gür bir sesle:

-Çünkü size hiç kimse benzemez demiş.

– Ayşe sen okuyor musun?

– Evet efendim, beşinci sınıftayım.

– İsmet sen kaçıncı sınıftasın?

– Üçüncü sınıftayım.

– Ayşe sen ne olmak istiyorsun?

– Öğretmen olmak istiyorum efendim. Öğretmenler yurtlarına yararlı insanlardır. Biz her şeyi öğretmenden öğreniriz. Sizi de öğretmenimiz tanıttı.

– Evet yavrum, biz her şeyimizi öğretmenlere borçluyuz. Beni de öğretmenim Gazi Mustafa Kemal yaptı. Peki, İsmet sen ne olmak istiyorsun?

– Asker olacağım. Çünkü sizi çok seviyorum.

Atatürk iki kardeşi bağrına bastı sevmiş ve okşamış ve onlara ‘’Aferin çocuklar’’ demiş, ardından yanındaki arkadaşlarına dönerek:

– Evet, milletin bağrından tertemiz bir nesil yetişiyor. Eserimizi bunlara gözümüz arkada kalmadan bırakabileceğiz. Şimdi çok huzurluyum, derken gözleri yaşarmış.

Because nobody is like you

The two brothers, Ayşe and İsmet, often used to walk around Atatürk’s mansion with permission from their mothers. Ayşe’s teacher told Ayşe how much the nation has been working hard to save our country from enemies that day. Ayşe learned how the environment was created and took her brother İsmet and wandered around the mansion in order to see Atatürk as usual. On the same day, when his friends, Atatürk and his aide, wandered around, seeing Ayşe and İsmet watching the mansion, they approached them:

– What’s your name, baby?

– Ayse.

– What’s your name, baby?

Ayse’s brother responded immediately.

– Ismet.

– Why are you walking around here?

– We wanted to see you, sir.

– So who am I? Why did you want to see me?

Two brothers:

– You are Gazi Mustafa Kemal Pasha.

Ataturk and his people smiled.

– You guys look like me, I’m not a Gazi.

Two brothers again:

– You’re a Gazi.

– So how did you know?

Children in a lush voice:

– Because he said no one is like you.

– Ayse, do you read?

– Yes, sir, I’m in fifth grade.

– What class are you in, İsmet?

– I’m in third grade.

– Ayse, what do you want to be?

– I want to be a teacher, sir. Teachers are useful people to their homes. We learn everything from the teacher. Our teacher introduced you.

– Yes, baby, we owe everything to the teachers. My teacher Gazi Mustafa Kemal made me. So, İsmet, what do you want to be?

– I’il be a soldier. Because I love you so much.

Atatürk loved and caressed his two brothers and he called them ’Well done children’ ’and then turned to his friends:

– Yes, a clean generation grows from the bosom of the nation. We will be able to leave our work behind them. Now I’m very peaceful, tears in his eyes.

26 Ağustos’tan 1 Eylül’e

Dumlupınar yüksekliklerinde birkaç Yunan subay karşıdaki Türk mevzilerini gözetlemektedir. Ancak hava durumu öyle kötüdür ki, bir şeyler görmek neredeyse imkânsızdır. Ancak Türk mevzilerinde anlaşılmaz bir huzursuzluk hakimdir. Havacılar da bunu doğrulamaktadır. Hoşa gitmeyecek bir kargaşalık mevcuttur. Subaylar konuşmaya başlamıştır:

-“Gazetelere bakılacak olursa, Ankara’da isyan çıkmış, Mustafa Kemal de Konya’ya kaçmış.”

-“Açlıktan ölme derecesine gelmelerini bekleyeceğiz. Neyse ki, orduyu sevk ve idare eden büyüklerimiz kuzey cephesini geliştirdiler.”

-“Türk cephesinde ümitsizce bir hücum hazırlanıyor’’ diyerek gülmüşler.

-“Bu sıcaktan kurtulup ta İzmir’e yerleşsek ne iyi olacak.”

-“Mesafe çok uzun değil mi? Genel karargâh cepheden neredeyse 300 Kilometre uzakta yer almakta.’’

-“Bir parti briç oynasak nasıl olur?”

Anadolu’da asker hayatı ise pek de eğlenceli değildir. Askerler yıllardan beri siperler içinde yaşamaktadır. Yiyecek yok, arkalarındakiler de öylesine. Kışın soğuktan donuyorlar, yazın ise sıcak vücutlarını kavuruyor. Gece gündüz talim etmek, devriye gezmek, nöbet beklemek de cabası. Hiç de ödüllenmeyen vazife, savaş tekniği. Ne işe yarıyor, sanki? Gazi Mustafa Kemal Paşa da bir türlü hücum emri vermemekte ve bu durum askerler arasında bir huzursuzluk yaratmaktadır. Subayların hayatı da askerlere göre eğlenceli denemez. Askere verilen aylıktan on para fazla aldıkları yok. Yiyecekler de aynı. Onlar da böylece dolaşıp duruyorlar.

Atatürk’ün cepheye gelmesinin ardından tüm siperler bir anda canlanmış ve Türk askerine büyük bir enerji gelmiştir. İsmet Paşa’nın karargâhında futbol maçı yapılırken, kumandanların hepsi seyre gelmişler. 25 Ağustos günü Atatürk’ün cephede olduğu ve hücum emri vereceği haberleri yayılmaya başlamıştır. Gece yarısı olduğunda ise bütün cepheye hücum emri verildi. Gün doğar doğmaz 1310 numaralı tepeye hücum edilecektir.

Birdenbire toprak sarsılmaya, top sesleri etrafı gür sesiyle inletmişti. Yunanlı askerler uykudan uyanıp da gözlerini ovuşturmaya vakit buluncaya kadar Türkler siperlere atlamışlar. Düşman üstünlüğüne son vermeye başlamışlardı. Dumlupınar’da herkes şaşkın vaziyete düştü. Kuzeyde Eskişehir’den hücum bekledikleri için, o cepheyi güçlendirmişlerdi. Türkler ilk hücumda hatları kesmişler. Cephe ikiye bölünmüş ve tepelerde ay yıldızlı bayrak dalgalanmaktadır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, cephenin hemen arkasındaki tepelerden aşağı bakarken, büyük bir kargaşa, alevlerin yükseldiği yerlerden, yanan insanların haykırışlarını duyarken şöyle demiştir:

-“Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!’’

August 26 to September 1

At the heights of Dumlupinar, several Greek officers supervise the Turkish positions opposite. But the weather is so bad that it is almost impossible to see something. However, there is an incomprehensible unrest in Turkish positions. Aviators confirm this. There is an uproar that will not be pleasant. The officers have begun to speak:

– “According to the newspapers, there was a rebellion in Ankara, Mustafa Kemal fled to Konya.”

– “We will wait for them to reach starvation. Fortunately, our elders, who led and commanded the army, developed the northern front. ”

– “Laughing desperately on the Turkish front,” they laughed.

– What better we get rid of this heat and settle in Izmir? ”

– “Isn’t the distance too long? The headquarters is almost 300 kilometers from the front. ’’

– “How about a party bridge?”

Soldier life in Anatolia is not much fun. Soldiers have been living in trenches for years. There’s no food, and the people behind them. They freeze in the cold in the winter and roast their hot bodies in the summer. Day and night training, patrol, waiting for the guard. The task is not rewarded at all, combat technique. What’s it do, anyway? Gazi Mustafa Kemal Pasha does not give any kind of attack order and this situation creates unrest among the soldiers. The life of the officers is not fun for the soldiers. They don’t get ten more than a month in the army. Same food. So they keep wandering around.

After Atatürk came to the front, all the trenches were revived and a great energy came to the Turkish soldier. Ismet Pasha’s headquarters while a football match, all the commanders came to watch. On August 25, the news that Atatürk was on the front and that he would order an attack began to spread. At midnight, the entire front was ordered to attack. As soon as the day comes, it will be attacked on Hill 1310.

Suddenly, the earth was shaking, and the sounds of the cannon were lush. The Turks jumped into the trenches until Greek soldiers woke up from sleep and had time to rub their eyes. They had begun to put an end to enemy superiority. Everyone was confused in Dumlupınar. They had strengthened the front because they expected an attack from Eskişehir in the north. The Turks cut the lines in the first attack. The facade is divided in half and the moon-star flag ripples in the hills. When Gazi Mustafa Kemal Atatürk looked down from the hills just behind the façade, he heard a great turmoil, from the places where the flames rose, and the shouting of the burning people:

-“Armies, your first goal is the Mediterranean. Forward!”

Zübeyde Hanım’ın Nasihati

Annesine, elini öpüp vedalaşırken, bir çay ziyafetine gittiğini söylemişti. Zübeyde Hanım onun üniformasına, çizmelerine bir göz attıktan sonra: “Bu çay ziyafeti değil.” demiştir. Mustafa Kemal onu yatıştırarak yanından ayrılmıştı. Annesi daha sonra bölge komutanına telefon ederek, nerede olduğunu sormuş ve kendisine çay ziyafetinde olduğu söylenmiştir.

Zübeyde Hanım “Hayır, biliyorum savaşa gitti.”demiş ve oğluna bir mektup yazmıştır. “Oğlum seni bekledim. Gelmedin. Çaya gittiğini söylemiştin bana. Ama cepheye gittiğini biliyorum. Senin için dua ettiğimi bilmeni isterim. Savaşı kazanmadan sakın gelme.”

Mrs. Zübeyde’s Advice

He told his mother he was going to a tea feast while kissing his hand and saying goodbye. After taking a look at her uniform and boots, Zübeyde Hanım said: “This is not a tea feast.. Mustafa Kemal calmed him and left him. His mother then telephoned the district commander, asking him where he was, and was told that he was at a tea feast.

Mrs. Zübeyde said “No, I know she went to war ve and wrote a letter to her son. Lum Son, I waited for you. You did not come. You told me you went to tea. But I know you went to the front. I want you to know that I pray for you. Don’t come without winning the war. ”

Abdülhamid

1937 yılında idi. Yaz aylarından biri. Doğrudan doğruya kendi kontrolündeki bir gazetede “Makedonya” adlı bir eserim tefrika ediliyordu. Bir akşamüstü Başyaver Celâl (Üner) Bey beni telefonla aradı. Dolmabahçe Sarayı’na davet edildim. Ve Saraya gidince de, hemen hiç bekletilmeden, üst kata çıkarıldım. Bir kapı açıldı, kendimi Büyük Adamın karşısında buldum. Saygılarımı bildirince, belli bir iki nezaket cümlesi ile beni okşadı. Sonra:

– “Yazını okuyorum, dedi. Hürriyetin ilân edildiği zaman küçük bir çocuk olman lâzım. Fakat kutlarım, o günleri iyi canlandırıyorsun. Yalnız Abdülhamid’i hiç sevmediğin belli.”

Biraz durdu. Elindeki bir renkli kalemi, önünde açık duran kalın ciltli bir Fransızca kitaba dikine vurarak düşünür gibi oldu. Ben susuyordum. Bu hal bir iki dakika devam etti. Sonra birdenbire şu sözler çıktı ağzından:

– “Sevme Abdülhamid’i! Yine de sevme! Fakat sakın anısına hakaret edeyim deme. Senin kuşağın biraz daha ölçülü kararlar vermeye alışmalı. Bak çocuk! Kişisel kanımı kısaca söyleyeyim: Tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun durumu kuşkulu ve sınırları yalnız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette, Abdülhamid’in yönetimi büyük hoşgörüdür. Hele bu yönetim on dokuzuncu yüzyılın son yıllarında uygulanmış olursa…”

Abdulhamid

It was in 1937. One of the summer months. I was serializing a work called “Macedonia.’’ It was in a newspaper directly under his control. One evening Başyaver Celâl (Üner) Bey called me on the phone. I was invited to Dolmabahçe Palace. And when I went to the palace, almost without waiting, I was upstairs. A door opened, and I found myself in front of the Big Man. When I paid my respects, he caressed me with a few courtesy sentences. Then:

– “I read your article,, he said. When freedom is proclaimed, you have to be a little boy. But congratulations, you’re playing those days well. It’s obvious you don’t like Abdulhamid alone. ”

He stopped a little. He pinned a colored pencil in his hand on a thick hardcover French book standing in front of him. I was silent. This continued for a minute or two. Then all of a sudden, these words came out of his mouth:

– Don’t love Abdulhamid! Never liking it! But don’t insult his memory. Your generation should get used to making more restrained decisions. Look, kid! Let me briefly say my personal opinion: Experience has shown that the majority of the people living on their lands are in great doubt, and the rule of Abdulhamid is great tolerance in a big state surrounded by solitary enemies. Especially if this administration was implemented in the last years of the nineteenth century… ”

Düşman

Mustafa Kemal o gece, yakınlarından birkaç kişiyle Ankara dışında bir yerde yemek yemişti. Ayrılırken ellerini omuzlarına atarak: “Saldırıya başlamak için şimdi doğru cepheye gidiyorum.” demiştir. İçlerinden biri şaşkınlıkla “Paşam ya başaramazsanız?”diye sormuştur. Bunun üzerine Mustafa Kemal “Ne demek istiyorsun? Saldırının başlangıcından on dört gün sonra Yunanlıları denize dökmüş olacağım.” demiştir.

Enemy

That night, Mustafa Kemal had eaten outside Ankara with a few people nearby. As he left, he put his hands on his shoulders: şimdi I’m going to the right front now to begin the attack.. One of them asked in astonishment, aş If you do not succeed, aş he said. Mustafa Kemal said, “What do you mean? Fourteen days after the beginning of the attack, I will have poured the Greeks into the sea. ”

İlk Asker

Atatürk, Samsun’a çıktığı zaman, üstü başı yırtık, postalları patlamış, silahsız bir er gördü. Yüzünün rengi bakıra dönmüş, yağlan eriyip kemik ve sinir kalmış bu Türk askeri ağlıyordu. O’na sordu:

– Asker ağlamaz arkadaş, sen ne ağlıyorsun?

Er irkildi, başını kaldırdı. Bu sesi tanıyordu ve bu yüz ona yabancı değildi. Hemen doğruldu ve Anafartalar’daki Komutanını çelik yay gibi selamladı.

– Söyle niçin ağlıyorsun?

İç Anadolu’nun yanık yürekli çocuğu içini çekti:

– Düşman memleketi bastı, hükümet beni terhis etti. Silahımızı elimizden aldı. Toprağıma giren düşmanı ne ile öldüreceğim? Kemal Atatürk, er’in omzuna elini koydu:

– Üzülme çocuğum, dedi. Gel benimle!

Ve Samsun deposunda giydirilip silahlandırarak yanına aldığı ilk er bu Mehmetçik oldu.

First Soldier

When Atatürk came to Samsun, he saw an unarmed soldier who had torn his head and exploded his mail. The color of his face turned to copper, the grease melted and the bone and nerve remained crying. He asked:

– Soldier doesn’t cry, friend, what are you crying for?

Sooner he winced, and raised his head. He knew that voice and that face was not unfamiliar to him. He straightened straight up and greeted his Commander in Anafartalar like a steel spring.

– Tell me, why are you crying?

The burnt-hearted child of Central Anatolia sighed:

– The enemy raided his hometown, the government demobilized me. He took our gun. What will kill the enemy entered my land? Kemal Atatürk put his hand on his shoulder:

– Don’t worry, child, he said. Come with me!

And this was the first soldier he took up with him in the Samsun warehouse.

Öğretmen

Çankaya’da bir ilkokul açılmıştı. Köşkün çevresinde bulunan bu okulu bir gün Atatürk ziyaret etmiş. Öğretmen tahta başında öğrencilere ders veriyormuş. Cumhurbaşkanı girer girmez saygı işaretini vermiş, çocuklar ayağa kalkmış ve oturunuz işaretini verdikten sonra yüzünü tahtaya çevirerek derse devam etmiş. Atatürk, beş on dakika ayakta ders dinlemiş ve çıkarken öğretmen yine aynı ses, aynı eda ile çocukları ayağa kaldırmış ve oturunuz işareti verir vermez derse devam etmiş.

Gazi sınıftan çıkarken yanındakilere:

– “Gördünüz mü öğretmeni? Cumhurbaşkanına önem vermedi” demiş ve ilave etmiş:

– “İlk öğretmen vatanın en hayırlı elemanı. Onlar vatan çocuklarıyla o kadar kaynaşmışlardır ki, adeta çocuklaşmalardır. Onların gözünde en sevgili öğrencilerdir. Bu öğretmen eğer dersini bırakıp saygısını göstermek için yanıma gelseydi ve çıkarken beni merdivenlere kadar geçirse idi, öğrencileri gözünde küçülür, belki prestijini kaybederdi. Öğrenci gözünde en saygılı, en büyük adam öğretmendir.” demişlerdir.

The Teacher

An elementary school was opened in Çankaya. One day, Atatürk visited this school in the vicinity of the mansion. The teacher was teaching the students at the board. As soon as the President entered, he gave the sign of respect, the children stood up and sat down after giving the sign to continue the lesson by turning his face to the blackboard. Atatürk listened to the lessons for five to ten minutes, and when he left, the teacher raised the children with the same voice and the same eda and continued to lecture as soon as he gave the sign to sit down.

As Gazi exited the class,

– “Did you see the teacher? He didn’t care about the President. 

– “The first teacher is the most auspicious member of the homeland. They are so fused with the children of the homeland that they are almost childish. They are the most beloved students in their eyes. If this teacher had come to me to show respect and drop me up the stairs, if the teacher had passed, would shrink in the eyes of students, maybe lose prestige. In the eyes of the student, the most respectful, the greatest man is the teacher.

Online İngilizce Konuşma Kursu: Konuşarak Öğren

Adınızı soyadınızı giriniz!

Geçerli bir e-posta adresi giriniz!

Geçerli bir cep telefonu numarası giriniz!

Şifreniz en az 4 karakter olmalıdır!

Bilgileri eksiksiz doldurunuz!

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Son Yazılar

İngilizcenizi Geliştirin

Türkiye'nin %100 başarı garantili tek online İngilizce kursunu ücretsiz deneyin.

Adınızı soyadınızı giriniz!

Geçerli bir e-posta adresi giriniz!

Geçerli bir cep telefonu numarası giriniz!

Şifreniz en az 4 karakter olmalıdır!

Bilgileri eksiksiz doldurunuz!

Bilgi Mesajı